31
@26 bir de sanırım mücadele kavramını toplumsallıktan koparmamız gerektiğini düşünüyor gibisin. yine çok az konuştuğumuz ve tanıştığımızdan ne kast ettiğini tam olarak anlamıyorum ama seni çürütmekten çok kendimi tanıtmak için yazıyorum bunu, daha rahat anlarsın böylece beni.
bireycilik, yeni çağdan itibaren gelişmekte olan bir düşünce sistemi. öncesinde, tanrı-kralların, papazların, padişahların döneminde halkın düşüncesinde hem birey, hem toplum bastırılırdı, yalnız soylular ve tanrılar ön plana çıkarılırdı. bu dönemin toplumsal koşullarının bir sonucudur, aristokrasi bunu doğurur. amerika'nın keşfi ve bunun gibi zengin tüccarları iyice zenginleştiren olaylar -amerika'dan avrupa'ya gemi gemi altın taşınmıştır-, yeni, güçlü bir sınıfı meydana getirdi, burjuva sınıfını. bu sınıf gerçekten inanılmaz derecede zengindi, fakat aristokrasi içerisinde yönetimde söz sahibi olamıyorlardı. bu ne demek? kendi mallarını, kendi zenginliklerini, kendi kölelerini kendileri yönetemiyorlar demek. aynı şekilde bahsettiğimiz orta çağ skolastik düşünce yapısı içerisinde burjuva düşüncesi kendini ön plana çıkaramıyordu, bu mümkün değildi. bireysel mülkiyeti tanrılardan güç aldığını iddia eden krallardan, papazlardan kendi ellerine çekebilmek için, bireyciliği ön plana getirmeleri gerekiyordu. bunun için kendi çıkarlarına uygun bilim ve sanat akımlarını desteklediler ve gelişmelerini sağladılar. rönesans döneminin büyük bilim ve sanat atılımlarının en büyük sebebi budur. burjuva desteği olmadan bilim ve sanat yalnızca kilise duvarları içerisinde ve soyluların saraylarında icra edilebiliyordu çünkü.
burjuvazi dünya çapında halk kitlelerini arkalarına alarak burjuva devrimlerini gerçekleştirdiler. kölelikten kurtulmaya can atan, savaşlardan, sefillikten bıkmış halk kralları, tanrıları sorgulayabilecek kadar bilinçlendi, ama sadece o kadar. ve burjuva yönetimi içerisinde halk kölelikten işçiliğe evrildi, kılık değiştirdi. sömürü aynı şekilde kaldı, sömüren değişti.
kapitalist düzen içerisinde bireyin öne çıkışı, yalnızca kalan yüzde doksan dokuzun sömürülmesine, yok sayılmasına bağlıdır. yani anlayacağın aslında bireyin çöküşüdür. insanca yaşamasına izin verilmeyen insanlar ya ayaklanırlar, ya da hayvanlaşırlar. insanca yaşamdan uzak kalan, eğitimsiz bırakılan, üşengeçliğe özendirilen, içi boş burjuva filmlerinden, kitaplarından, eğitimlerinden hayatı öğrenmeye uğraşan, yalnızca işimizi yapabilecek kadar eğitilen, daha fazlasını bilmek istemeyen bizler, içimizde büyük bir boşluk, üzüntü, ezilmişlik duyarız. insanca yaşayamadığımızdan içimize kapanır, üşenir, her şeyi oluruna bırakır, korku dolu hayatlar yaşarız. burjuva bireyciliği de bizi bu yönde destekler, hayal dünyasına iter bizi, gündelik mücadeleden koparır, diğer insanlardan koparır, kendimizden dahi koparır, bilgisayar oyunlarından, orgazmik günlük eğlencelerden, alkolden, uyuşturucudan geriye hiçbir şey bırakmaz.
böylece yalnız bireysel sürdürülen mücadele sönüp gider. toplumsal mücadele unutulur. cinnetlerin, mutsuzlukların, problemlerin kaynağı unutulur.
oysa mücadele bireysel olduğu gibi toplumsaldır da. çünkü insan olmayı dahi toplum içerisinde birbirimizden öğrenebiliriz ancak. düşünebilmek için dil gerekir, dili doğuştan bilmeyiz mesela. yemeğin pişmesi gerektiğini, elleri kullanmayı, yürümeyi, okumayı, insanı insan yapan milyonlarca şeyi diğer insanlardan öğrenebiliriz ancak. bu da demektir ki insan insanlaşabilme adına topluma ihtiyaç duyar. şu anda savunduğumuz bütün fikirler, savunabileceğimiz bütün fikirler, biz doğmadan binlerce yıl önce ortaya çıkmış ve gelişmiştir. ben bu konuda henüz yetkin değilim, fakat düşünce tarihi konusunda uzman insanlar ile konuştum, ve emin ol söyleyebileceğin her şeyi düşünce tarihi içerisinde bir noktaya, bir temele bağlayabiliyordu. bağlanabilir. bağlanır.
öte yandan üretmeden hayatta kalamayız. giyinmemiz gerekir. barınmamız gerekir. avlanmamız gerekir. bunlar için silahlar, dikiş aletleri, çekiçler, kürekler, aletler gerekir. bütün bu üretimi tek başımıza yapabilir miyiz? nereden öğreniriz? bir birey tek başına doğup on bin yıllık insanlık birikimini yetmiş yıla sığdırabilir mi? giydiğin şeyi sen mi yaptın? evini sen mi inşa ettin? yemeğini sen mi avladın, derisini yüzdün, parçaladın, önüne koydun? toplum olarak hep beraber yaptık, ürettik, düşündük, aktardık, yaşadık.
tam olarak bu yüzden bireysel ve toplumsal mücadele birbirine kopmaz bir şekilde bağlıdır.