@67 ahlak konusunda öncelikle daha yeni yazdığım bir yazı var, okuyabilirsen işime gelir işim kolaylaşır:
exkutupsozluk.com/...
uzun gibi görünüyor ama değil. zaten okumayı seven birine benziyorsun.
bahsettiğin deneyi inceledim, güzel bir deney. yalnız altı aylık bebekler kullanılmış sanırım.
ahlakı günümüzdeki karmaşık ve milyonlarca yılda gelişmiş haliyle ele almamak gerekir konu bebekler olunca. onların ahlaki davranışa benzer davranışları, ahlakın çok ilkel bir halini temsil eder. öyle ilkeldir ki, toplumsal özelliği bulunan hayvanlarda da benzer şekilde bulunduğunda dair deneyler mevcuttur. örneğin:
bu çalışmalardan birine göre yan yana iki kafeste tutulan şempanzelerden birinde iki turlu marka bulunmaktadır. Karar verici şempanze kırmızı marka ile deneycinin sadece kendisine yemek vermesini sağlarken yeşil marka ile deneycinin hem kendisine hem de yan kafesteki şempanzeye yemek vermesini sağlayabilmektedir. Sonuçlara göre karar veren şempanze her şekilde ödül alabildiği halde daha sosyal ve adil bir davranış olarak yeşil markayı bencil kırmızı markaya göre anlamlı şekilde daha çok seçmiştir. İlginç olan bu secim yan kafeste başka bir şempanze yokken neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır.
doğa koşulları bu canlıları, topluluklar halinde ve beraberce yaşamaya itmiş, bu da milyonlarca yıllık bir süreç içerisinde empati dediğimiz ilkel dürtüyü doğurup şekillendirmiş olmalı. insan dediğimizde ele aldığımız canlı da yalnız insan oluşundan sonraki dönemi kapsamaz. öncesinde, daha insan olmadan öncesinde insanlık tohumlarını taşıyan, emeğin ve toplumsallığın tohumlarını taşıyan atalarımız bulunuyordu ve onlar gerçekten uzun bir zaman boyunca insanlığın tohumu haline geldiler. bütün bu süreç içerisinde daha doğuştan gelen içgüdülerin edinilmiş olması doğaldır.
fakat altı aylık bebekler, herhangi bir şeyin doğuştan geldiğini de kanıtlayamaz. çok çok basit düzeyde sayısız şey öğrenmişlerdir.
ahlakın temelleri bu beraber yaşama gereksiniminde ortaya çıkar işte ve başka canlı türlerinde de daha tomurcuk hali bulunur, bizim bildiğimiz ahlak olarak bulunmasa da.
insan, bu beraber yaşama bilincine sahip olmasaydı insanlaşamaz ve hayatta da kalamazdı. insanın diğer canlılardan farkı nedir? neden insandır?
çok sığ bir söylemle anlatıyorum uzamasın diye, uzarsa da hoşuma gider yazmaktan sıkılmam ama çok derin konu. anlattığım haliyle sen de duymuşsundur zaten ama hatırlatmak şart: canlılar, doğa ile uyum içerisindedirler, doğanın bir parçasıdırlar, etki tepki zincirine bağlıdırlar, yaşamları doğaya, doğal koşullara sağlayabildikleri uyuma bağlıdır. bu olmadan hayatta kalamazlar. milyarlarca yılda doğaya uyum sağlamaları -evrim geçirmeleri- ölçüsünde koşullara uygun organları gelişir ve bulunur. mesela bir aslanın pençesi milyarlarca yılda çok çok basit bir formdan günümüzdeki haline kadar gelişmiştir ve aslan yaşamını buna borçludur. pençeleri ve başka ortama uyum sağlamış organları sayesinde hayatta kalabilmektedir. ama mesela koşullar aniden değişir ve aslanın yaşayamayacağı hale dönüşürse ki bir sürü örneği vardır, aslanın soyu tükenir. insanın farkı burada ortaya çıkar, insan doğaya uyum sağlamaz hayatta kalmak için: onu kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirir. emeğin ortaya çıkış macerasını uzun uzun anlatabilirim ki benden çok çok daha sağlam kaynaklar var zaten benim söyleyeceklerim onların tekrarıdır: o yüzden girmiyorum oraya. istenirse yine girerim ve hiç üşenmem. ortam bir pence gerektiriyorsa, insanın bir pençeye ihtiyacı varsa, insan doğayı, mesela bir taşı kullanır, onu emeği ile değiştirip yontar ve organ yerine, alet kullanır, onun aleti kendi ürettiği organıdır. tam buraya edit: insan emeği ile dünyanın her yerinde yaşayabilmektedir.
emek bir soyutlama süreci gerektiriyor, konuyu uzatmak gibi olacak ama düşüncenin ortaya çıkışı için bu soyutlamayı incelemek gerek. daha önce basitçe anlatmıştım neyse ki:
bu üretim için öncelikle kendisine yararlı ve yararsız olan şeylerin ayrımına varması gerekir. mesela keskin bir taş ile küt bir taş arasındaki farkın ayrımına varabilmelidir ki, keskin taşı -kendi var olmayan pençeleri yerine- kullanabilsin. yani önce taşı doğadan soyutlaması gerekiyor -düşüncesinde-. oysa taş gerçekte doğadan soyutlanamaz, onunla bir bütündür, bağıntıları bulunur ve sürekli etkileşim içerisindedir. ayrıca hiçbir taş bir başka taşla aynı da değildir. fakat insan kullanım amacına göre soyutlamasını yapmak durumundadır. ilk soyutlamamız bu. ikinci soyutlamada insan, keskin bir taşı diğer taşlardan soyutlar. üçüncü soyutlama ise daha ilginçtir: insan keskinlik özelliğini bizzat taşın kendisinden soyutlar. böylece küt taşı da keskinleştirebileceğinin farkına varır. ve doğanın ona sunduğu taşlar arasından talihine keskin taş çıkıp çıkmayacağına bağımlı yaşamak durumundan kurtulur. soyutlama böyle bir eylemdir. düşüncenin temelidir. ayrıca nesneyi doğal varlığından ve hareketinden de soyutlamaktır.
düşüncenin birinci temeli buysa, ikinci temeli de toplumsallıktır. ikisi de yüzde yüz düşünce ve insanlık için bir gerekliliktir.
öncelikle insanın tomurcukları olan ataları dahi gruplar halinde yaşıyor ve yardımlaşıyordu. günümüzde de buna örnek maymun türleri var. sonralıkla: insan yaşayabilmek için kolektif emeğe, işbölümüne, yardımlaşmaya muhtaçtı. çünkü yaşayabilmek için doğaya uyum sağlamıyor, onun karşısına dikiliyor, ona egemen olmaya uğraşıyor, onunla savaşıyor. ama tazecik, hiçbir birikimi bulunmayan, hatta daha insan bile diyemeyeceğimiz insan tek başına doğaya karşı nasıl durabilir? duramaz doğal olarak. iş bölümünü gereksinmesi budur.
emek, birikimsel olarak gelişir ve kendi özel evrimine sahiptir. bir taşın keskinleştirilmesi dahi üretim teknikleri içgüdülerden gelemez, öğrenilirler ve aktarılmak zorundadırlar. aktarılmayan emek bilgisi yok olup gider. bu da tek bir canlının insanlaşamayacağını kanıtlar, çünkü eğer her doğan insan giysi yapmayı, silah yapmayı, ateş yakmayı, ne bileyim bu gibi şeyleri baştan öğrenmek zorunda kalsaydı, insan insanlaşamazdı.
bu iş bölümü ve aktarım ihtiyacı, insanların birbirlerine söyleyecek şeyleri olması anlamına da geliyor. bu da çok ilkel işaret dillerinden günümüzün karmaşık diline ve düşüncesine kadar uzanan bir süreci içeriyor.
görüldüğü üzere insanlığın temelinde toplumsallık yatmakta. insan için toplumsallık temel bir ihtiyaç ve milyonlarca yıla yayılmış kökenlere sahip bir içgüdü. bu da altı aylık bebeklerin neden çok çok basit düzeyde empati gösterdiklerini açıklamaya yeter.
ahlakın temeli de budur.
ahlak'ı tanrı yaratıp, bebek insana yerleştiriyor olabilir mi? bilmem. ama bunu düşünmenin zararları var. büyük zararları var hem de.
o da ahlaki davranışlarımızın nedenlerini bilmemek demek. "tanrı yarattı" diyerek bu konudaki bütün bilimsel ve felsefi çabaları bırakmak anlamına gelir. dediğim gibi davranışlarımızın temellerini bilmezsek doğrudan yanlışı ayıramayız. yönlendirilmeye kukla olmaya açık hale geliriz. onları savunamayız. çeşitli çelişkili durumlarda nasıl davranmamız gerektiğini bilemeyiz.
yani bütün bilimsel bulgulara rağmen yine de "tanrı yarattığı için" diyebiliriz, hatta haklı olma ihtimalimiz bile var! -bence yok ama- ama bu durum, hele dünya bu haldeyken büyük, çok büyük zararlar verecektir. dünya gerçekten kötü halde. onu değiştirmek istiyorsak onu anlamak zorundayız. insanlık çok kötü halde, onu değiştirmek istiyorsak onu anlamak zorundayız.
"din buna bir katkı sağlamadığı gibi, bir de üzerine bu hayattaki umutları öteki dünyaya atmayı öğretiyor" cümlem biraz saldırgan ve boş görünüyor farkındayım. bunu dinin öğütlemiyor oluşu, insandan insana değişiyor oluşu bir gerçeği değiştirmiyor ama: din, bu hayatta ne kadar sefil yaşarsak yaşayalım -sefillik burada çok masum duruyor ama gerçek akıl almaz örnekler vererek duygu sömürüsü yapıyor gibi görünmek istemem sen biliyorsun dünyanın halini- eğer bazı şeyleri yaparsak, öteki dünyada sonsuza kadar rahat yaşayacağımızı ve istediğimiz her şeyi alacağımızı söylüyor. buna inanan biri, doğal olarak asıl amaç olarak öteki dünyayı koyuyor kafasına. bu dünyadaki eziyetlerini, çevresindekilerin çektiği eziyetleri sineye çekebilir hale geliyor. rahatlıyor. oysa rahatlamamalı arkadaş. rahatlamaması gerek. eğer insanlık adına mücadele verilecekse ondan mahrum bırakılanlardan başka hiçkimse bu mücadeleyi sürdüremez. ekmek için mücadeleyi ekmeği olan vermeyecektir. bu etkinin var olmadığını söyleyemeyiz herhalde. bu etkinin zararı ise ortada işte.
"din, ahlaki değerlere uygun yaşayan topluluklar yaratabilseydi yaratırdı" sözüm ise en dandik görünen sözüm. ama bunun da mantığı şurada: dünyadaki değişiklikleri din meydana getiremez. insan meydana getirir. din bile bir insan aracılığıyla ulaştırılmadı mı zaten? sonra da o yazıdaki son paragrafa geçiyor ve mantığı tam kavrıyoruz:
nasıl? mücadele ederek. din olsa da olmasa da yine insan mücadele edecek bunlar için. ve kendi çıkarları olan şeyler için mücadele ediyorlar. fakirler ekmek hakları için mücadele ediyorlar mesela. kadınlar ezilmemek için mücadele etmeliler. katledilenler katliamların bitmesi için mücadele etmeliler. bunlardan doğal mücadele, ahlak var mı?