heh geldim. çok uzun yazacağım güzel konu olduğundan iyice yan yollara sapa sapa yazayım diyorum. hem iyice ne bildiğim de belli olur daha rahat anlaşırız. şimdi öncelikle milli kültürün doğuştan geldiğine ve milletlere verili olduğuna inanıyorsun sanırım. karşı çıkmak istediğim ilk nokta burası. insanın, insanlığa dair yani düşünce-teknik ve emek birikimine kültür diyorum. yani kültürün -insanca olanın yani- hiçbir parçası doğuştan gelemez. tanrı fikrine ya da yaratılışa girmiyorum, o ayrı bir konu. genlerden gelemez mesela. çünkü insanlık, doğduktan sonra "öğrenilen" bir özelliktir. düşünmeyi, konuşmayı, yürümeyi, insan gibi yaşamayı ve üretmeyi doğduktan sonra diğer insanlardan öğreniriz. bu da yine daha derin bir konu ama uzatmak istemem. işte bize milli kültürümüzün unsurları da öğretilir. mesela bir alman bebeğini alıp evlatlık olarak kardeşin gibi büyütseler ve hiç alman olduğunu bilmese, aynı kültürün içinde senin gibi yetişir senin gibi düşünürdü. hatta belki alman olduğunu söyleyince üzülecektir. aynı okullara gitti, aynı tarih anlayışında dersler aldı, o da kemal sunal izleyerek büyüdü, aynı dili öğrendi -ki en önemli noktalardan biri burası gerçekten-, gibi gibi. yani millet meselesi doğuştan gelen değişmez bir mesele değil, ortak tarihten gelen bir kültür meselesidir. kürtlerin mesela kendi ortak tarihleri, dilleri, yaşam biçimlerinde de buna göre farklı unsurları vardır. türklerin de öyle. almanların da öyle. fakat bir de insanlığın ortak birikimi vardır ki bundan bütün alt kültürler faydalanmakta ve bunun üzerinde yükselmektedir ve o ortak birikimi beslemektedirler. bu ortak kültür yüz bin yıl önceki atalarımızın da katkısı olan bir birikim, bir ortak kümedir. antik yunan düşünürlerinin düşünme yöntemimize ve bilime, yaşantımıza yaptığı katkı da içindedir, ne bileyim türklerin ordu konusunda geliştirdiği yöntemler de bugünün modern ordu düzeninin içindedir. ya da islam düşünürlerinden bahsedebiliriz. insanın dünyası, bildiği, yaşadığı, kültürünü genişlettiği ölçüde büyümüştür. daha önce de yazdım ama uzun yazı hepsini kopyalamaktansa özet geçeyim: atalarımız bütün dünyayı nil nehrinin etrafı kadar zannediyordu. çünkü dünyaları o kadarcıktı. iki taraftaki dağların üzerine oturtulmuş katı bir kubbe olarak gökyüzü, ve arasındaki nil nehri. işte dünya. o kadar ki ilk defa başka bir kavimle karşılaştıklarında kendilerinden farklı bir dil konuştuklarından onların insan bile olmadığını düşündüler. sonra insanlık geliştikçe, birikimi arttıkça, bu nehir kadar olan dünya genişleyip, akdenizin çevresi kadar oldu. bir deniz kadar zannediyorlardı yani bütün dünyayı, burada dünyadan kastım her şey tabi. bildikleri her şey o kadardı, sonsuz bir evrenin içerisinde sadece bir denizden ibaret. tabi ki ilkel komünal topluluklardan üretim araçlarının özel mülkiyetine geçiş, yani insanın insana olan düşmanlığının başlaması çok önemli bir nokta. ama bunu sadece belirterek geçiyorum şimdilik. aile yaşamından da bahsedelim, ilkel insanlar ayrıca kabileler halinde yaşamaktaydılar. kan bağı bulunan genişçe aileler yani. teknik ilerledikçe ve daha fazla ürün, daha rahat bir yaşam kazanılabildikçe insanın hem dünyaya bakışı genişledi, hem daha rahat üreyebilir ve yaşayabilir hale geldi. bu da ailelerin genişlemesine, büyümesine neden olup şehir devletlerine kadar vardı. orada kabilenin saygın kişileri, yaşlıları savaş kahramanlarına, sonunda krallara dönüştü. türklerin de liderleri "boy"ların reisleri değil mi? yanlış mı biliyorum? bu noktada iş bir milli bilinçten çok, zaten aile olan toplulukların ortak ve doğal hali oluyor. olayın milli birlikten farkı burada, milli birlikte insanlar bilinçli bir şekilde kendi ortak tarihlerini öğrenir ve arada kan bağı bulunmasa dahi ortak tarihe dayandırırlar birlikteliklerini, bilinçli bir süreçtir. yoksa zaten kan bağı kavramı artık kaybolup gidiyor bu kadar geniş topluluklarda, sadece bir kaç göbek öncesinden bir avusturalyalıyla akraba çıkma olasılığımız epey yüksek çünkü. hatta yanlış bilmiyorsam yeterince geri gidildiğinde herkes ama herkes bir akrabalık bağı taşıyor. bunu da şöyle açıklıyorlardı, açıkçası saçma sapan bir videoda izledim ama mantıklı geldi: şimdi en basit şekliyle düşününce bir kişinin anne babası, onun da dört adet diğer ebeveynleri olur ve böyle böyle büyür. 64 nesil öncesine gidersek bu 2-4-16 şeklinde ilerleyen toplam kan bağı olan kişi sayısı: 1.000.000.000.000.000.000 yani dünya üzerinde şimdiye kadar yaşamış bütün insanlardan kat kat fazla. nasıl oluyor bu? dediğim gibi, herkesin bir noktadan diğeriyle akrabalık ilişkisi bulunmasından kaynaklı olarak açıklanabilir. nerede kalmıştık? sonuçta şehir devletleri de zamanla gelişmeye, savaşlarla, yayılmalarla birleşmeye, kaynaşmaya, ve uzun bir süreç içerisinde imparatorluklara varıyor ki aslında etkileşime geçilen dönemler çok eski. zaten bilinen tarihi araştırmaya başlayınca insan bütün kültürün etkileşim içinde olduğunu görebiliyor kolayca. sırf dinler tarihinde bile bir yerde bulunan tanrının kaynağı ta bambaşka bir yerde çıkabiliyor, ya da aynı tanrının benzerleri bir sürü başka toplulukta görülebiliyor. teknik de aktarılıyor, kültürün her ögesi bu etkileşim ile paylaşılıyor. insanlığın ortak kültürü oluşmaya başlıyor yani. ama bu çok uzun bir süreç. neyse sonuçta imparatorluklara vardık, burada insanları bir arada tutan şey gücünü tanrıdan alan krallar, yine milli bilinç değil. zaten artık insanlar tanrının ve tanrının görevlendirdiği kişi olan liderin kölesi haline gelmiş durumdalar. birlikte hareket etmek için de bundan başka bir şeye ihtiyaçları yok, aynı kişiye hizmet ediyorlar işte. yine ilerleme gerçekleştikçe insanlar okyanusları keşfetmeye başlıyorlar, yepyeni bir kıta ortaya çıkıyor, topluluklar çok daha fazla kaynaşıyorlar, imparatorluklar çok daha fazla genişliyor, bilgi de, birikim de, teknik de o kadar ilerliyor. ve artık insanların bütün dünyası okyanuslar çevresinden ibaret oluyor. burada dünyadan kastım her şey, tekrarlıyorum yoksa dünya zaten okyanuslardan sonra bitiyor (: fransız devrimi burada önemli bir nokta. çünkü zaman içerisinde gelişip zenginliğe sahip olan burjuvazi, bir aristokrat olmadığı için yönetimde herhangi bir hak sahibi değil. kendi yönetimini kurup zenginliğini geliştirmek ve güvenceye almak için yapması gereken şey, önce insanı tanrının ve kralların kulu olmaktan çıkarmak, çünkü o durumda kendisi de kul. aydınlanma dediğimiz uzun dönem boyunca düşünsel olarak geriye, antik yunana dönerek yüzlerini, insanı "birey" haline getiriyorlar. insanın insana olan güvenini geri kazandırıyorlar yani, tanrının kuluyken çünkü işin özü korkuda, bilgisizlikte, "ben kimim ki, basit bir kulum" aşamasında kalıyor. insan kendine olan güveni kazandıktan sonra ise okyanusları bile aşabileceğine inanabiliyor. neyse, bireyi ortaya atıp yükseltiyorlar, böylece kendileri gibi "normal" halktan olan yoksulların da desteğini kazanarak -yoksullar "onlar zengin, bizden farklı" olarak değil, "onlar bizim daha kültürlü, aydın ve güçlü kesimimiz" olarak düşünüyorlar olsa gerek- dinin ve kralların iktidarına son veriyorlar kendi devrimlerini yaparak. tabi bu çok uzun bir süreç, rönesans ve reform hareketleri, falan filan. bu noktadan sonra değişen şey şu oluyor: artık insanlar krallara ve din adamlarına değil, mülkiyeti elinde bulunduran kesime hizmet etmek zorundalar. önceden bir neden vardı, tanrı yetki veriyordu, şimdi ne neden var kendini öne atıp savaşıp devrim yapmışsın ama sen hala fakirsin, lider diye kabul ettiklerin cebini doldurmaya başlamış? tanrıdan yetki almış değiller. işte milli bilinç burada ortaya çıkıyor. kitleleri yönetim altında birleştirebilmek ve güçlerini belirli bir alana yönlendirebilmek için gerekli olan harç bu. "kim daha fransız" diye tartışmaya başlıyorlar bu sefer, iş değişiyor artık. zaten bu noktadan sonra dünya çok değişti ve bu değişim milli ayaklanmalara göre şekillendi. bizim kendi ülkemiz bile bu anlayış üzerinden ortaya çıktı değil mi, anadoluda türkler yaşar, anadolu türklerin memleketi olmalıdır, milli bir birlik kurulmalı ve tam bağımsızlık kazanılmalıdır. çok iç içe geçmiş olayları ayrı ayrı anlatıyorum ama hepsi bağlantılı ve uzun süreçler halinde iç içe geçmiş biçimde bulunuyor. bu noktada dünya, milli birliklerin milli burjuvazilerin yönetimi altında örgütlendiği bir dünya. daha çok kısa süre önce olmasına rağmen sırf iletişim tekniklerinin gelişmemiş olması bile aslında insanların birbirine hala ne kadar uzak olduğunun göstergesi. tabi ki arada çok geniş ve büyük bağlar var, fakat bu bağlar direkt bağlar değiller. tabi burada komünizm fikrinin ve marksizmin de ortaya çıkışını ufacık anlatmak lazım. aristokrasi kendi hakkını tanrıdan alıyor ve böyle kendi topraklarının sahibi olup, insanlarını sömürebiliyordu. burjuvazi kendi hakkını sermayesine ve burjuva demokrasisine dayandırıyor, bunun için de milli birlikten güç alıyor. sermaye:
www.exkutupsozluk.com/... sermaye ancak artık değer sömürüsü üzerinden var olabilir ve büyüyebilir. üretim insan ihtiyacı için değil, kar amaçlı yapılmaktadır. kar edilemeyen bir işletme rekabete dayalı piyasada ezilip, silinip gider ve patron herhangi bir para kazanamaz. bu sistem altında işçinin aldığı ücret, tıpkı bir makinenin bakımı ve yeniden üretimi için gereken sermayenin ayrılması gibi, işçinin emek gücünün yeniden üretilebilmesi için sermayeden ayrılmış paydan başka bir şey değildir. yani yaşamana ve üremene yetecek kadar ücret alırsın. asgari ücret budur. insanca yaşaman kimsenin umurunda değildir, kar getirmez götürür o. burjuva demokrasisi: yazacak çok şeyim var ama kısaltıyorum. bütün üretim araçlarına -fabrikalardan tut medya organlarına kadar- sahip olan burjuvazinin, devlet organına da sahip olması o kadar da zor bir şey değildir. öncelikle parti kurmak ve görüşlerini yaymak, etkili bir şeyler yapabilmek işte hepsi para isteyen işlerdir. para dediğin de ücret kısmında dediğimiz gibi sende olmayan bir şeydir. yani parti kurmak ve seçilmeyi başarabilmek başlı başına bir sermaye ister. işçilerin bunu başarabilmesi de geniş ve güçlü bir örgütlülük gerektirir ki onu da yıkmak için nasıl yöntemler uygulandığını görebiliriz yakın tarihimizde ve günümüzde de yeniden kurulmasını nasıl engellediklerini inceleyebiliriz. sonra adamlar tüm kaynaklara ve devlet organına da sahip olarak, sırf eğitim sistemini bile kendi düzenleri doğrultusunda şekillendirebilirler. eğitim sistemi ve medyayı kontrolün altına aldıktan sonra gerisi hiç önemli değil zaten. günümüzde medyayı kontrol etmek ne demek? insanları her şeye inandırabilir, her şekilde eğitebilirsin demek, okula gitmeseler bile. sonra burjuvazi, sömürü düzenini sürdürebilmek için insanların bilgisiz kalmasını sağlamak zorundadır. bugün de eğitim sistemimiz sadece işi yapabilecek nitelikli eleman yetiştirmeye yöneliktir, parça parça ve eksik şekilde bilimsellikten uzak eğitim alırız. kısaca uzatmıyorum bütün bunlardan sonra seçime gitmek, burjuvazi için sonucu belli eğlenceli bir oyundan başka bir şey değildir. parası olanını seçilebildiği ve seçmenlerin oyun hamuru gibi şekillendirilebildiği bir düzenin demokrasisidir burjuva demokrasisi. ve tabi felsefi görüşü bireycidir, bireyin "özgürlüğüne" değer vermektedirler. bu özgürlük kendi sermayelerini haklı çıkarır. şu anda da bütün dünyada en yüce değer insanca yaşam, doyma, eğitilme, giyinme hakkı, ölmeme hakkı işkence görmeme hakkı değil, "özgürlük"tür. bu özgürlük nedir? "fırsat eşitliği" safsatasıdır. "istediğini söyleme özgürlüğü" saçmalığıdır. paran yettiği kadar özgürsündür. dişlerine dokunacak bir şey söyleyebilirsen göz açıp kapayıncaya kadar saçma nedenlerden hapse girmen ya da kim vurduya gitmen işten değildir. söylemek zaten hiçbir şeye etki etmez, "yapmak" gerekir, eh işin o noktası da artık özgürlük değil (: fırsat eşitliği de ali ağaoğlu'nun oğlu ile benim aramdaki eşitlikten ibarettir. özgürlükçü bir düzende miyiz? kısacası üretim araçlarının özel mülkiyeti diye bir şey var oldukça, insanı köleleştirme hakkı da o mülk sahiplerinde olacaktır. kaçınılmaz bir şey bu. yaşamak için o araçlara muhtaçsın. işçiler de şöyle derler: gerçek güç ne tanrıdan, ne sermayeden gelir, gerçek güç üretimden gelir. insan ne tanrı için-krallar için, ne kar için, insan ihtiyacı için üretmelidir. ve bütün zenginlikleri biz üretiyoruz, tepemizdekilere ihtiyacımız yok, üretenler olarak bu üretimi biz kontrol edelim ve kar için değil, insan için üretilen bir düzen kuralım. marksizm sadece bir devlet düzeni öngören bütünlük değildir. geniş bir felsefe-bilim ve sanat anlayışıdır. felsefe tarihinde de büyük bir devrim noktası olarak var oldu, siyasi tarihte de. "tarihsel diyalektik materyalizm" deniyor buna, ama çok daha uzun bir konu, yeri değil henüz. konudan çok sapmadan: insan uzaya çıktı artık. dünyası okyanusları da geçti, artık inanılmaz boyutta bir evrene bakıyoruz. aynı şekilde üretim tekniklerimiz, yaşam tarzımız ve iletişim imkanlarımız yüz yıl önce hayal bile edilemeyecek şekilde gelişti. şimdi tek bir insan, insanlığın bütün kültürünü ayaklarının altında bulabiliyor. geçmişte böyle bir şey mümkün değildi. ve dünya da küreselleşmeye, kültürler kaynaşmaya başladı böylece, bireye bu erişim imkanı açıldıktan sonra. bizim cumhuriyeti üzerine kurduğumuz fikirler, kendi milli kültürümüze ait fikirler değildir. aydınlanma devrinden, hatta antik yunandan bile pay alan çok geniş bir felsefi bütünün: burjuva demokratik anlayışının üzerine kurulmuştur. atatürkçülük dediğimiz anlayışın temelleri oraya dayanır, içinde barındırdığı bütün fikirler de oradan gelmektedir. mesela laiklik bir türk geleneği midir? yüzümüzü sadece kendi kültürümüze gömüp geniş açıdan bakma fırsatını kaçırmamak lazım. insan, insanlığın birikimine ulaşabildiği ölçüde dünyayı görebilir, o ölçüde yaşayabilir. gerçekten binlerce yıllık insanlık birikiminden pay aldığı kadar insandır. ve kendimizi diğer insanlardan ayrı görmek için de bir nedenimiz yok, hepimiz bir sürü başka "milli" kültürün içinden çıkmış unsurlardan pay alıyoruz. üretim teknikleri desen orası apayrı bir ortaklık. bizzat yaşam desen bütün dünyada olan hemen her şey bizi de etkiliyor. çinde üretilen şeyleri kullanıp avrupa ve amerika tarafından biz de sömürülüyoruz. zaten var olan çok geniş bir bağ var artık insanlar arasında, iletişim imkanları ve öğrenme fırsatları ile bu bağ kat kat genişlediği gibi aslında temel savaşımız da aynı işçiler olarak. yani kendimden bahsediyorum sen tabi işçi olmayabilirsin. "şimdi durum bu iken bizim bu özellikleri sevmemiz bizim bu özelliklere sahip çıkmamamız absürd kaçmıyor mu?" işte önce bu özelliklerin ne olduğunu belirlemek lazım. sonra bu özelliklerin bize yaşantımızda ne gibi katkı sağladığını bilmek lazım. mesela almanyada doğsaydık ve ailemiz nazi partisi üyesi olsaydı, sorgulamadan bu özelliğimizi de kabullenecek miydik? "neden yani bizim onca türk devletimiz gerek islamı şereflendirmiş gerek gurur duyulacak işler yapmışken bunlarla neden gurur duymayalım? bunun adı ırkçılık mıdır? insanin insanını sevmesi ırkçılık mıdır?" işte burada kendi "insanın" ve diğer "insanlar" olarak ayırmanı yanlış buluyorum. insanın kendi kültürünün sevilecek yanlarını sevmesi güzeldir. kendi dilini konuşan insanları sevmen de güzeldir. ama mesela ben tayyip erdoğan'ı sevmiyorum. o da "bizim" insanımız oysa. sscb ve küba üzerine olan yorumlarda bilgi sahibi değilim. herkesin tek tip kot pantolon giymesi bence de saçmalık. ama işin temelinde böyle bir şey yok zaten. ama özgürlükçü değildir, diktatörlüktür, sınıflar ortadan kalkana kadar sürecek olan savaşı işçi diktatörlüğü altında sürdürmeyi amaçlar. ama bizim düzenimiz özgürlükçü mü? baskıcı değil mi? diktatörlük yok mu? nasıl oluyor o? kısaca amacımız insanca yaşayabilmek, aç kalmamak, açıkta kalmamak, geleceğe umutla bakabilmek değil mi? bu bütün insanlığın ortak amacı değil mi aslında? bunu sağladıktan sonra kimin kiminle ne problemi olabilir? yazdığımı tekrar okumadan gönderiyorum eksik ya da hatalı yazmış olabilirim. eksiktir herhalde yazayım dediğim bir çok şeyi atlamışımdır. tartıştıkça gelirler.