hikaye yazdım genşler

  1. 3
    Berrak güneş, ağaçlardan yansıyan yeşili ile sarıyor etrafını. O, öylece duruyor şimdilik. Bu resmi görebilmek için, gözleri kapatmak gerekir. O zaman bir yandan rüzgar savurur fırçasını, bir yandan kuşlar süzülür zihnin tuvalinde. İnsan gün ışığını dahi hissedebilir teninde. Bazen bir çıtırtıda da kaybolabilirsin, bir bulut parçasında da; ama bir bütündür resim, dönüp durur etrafında. Açıyor gözlerini yavaş yavaş. Manzara öyle geniş, gökyüzü öyle berrak ki insan düşecek gibi oluyor. Fakat o, içine çektiği pürüzsüz nefes ile koşarken buluyor kendini. Açıyor kollarını, o da kucaklamak istiyor çünkü kendine sarılan rüzgarı. Böylece süzülüveriyor işte, ayakları kesiliyor yerden ve hafifliyor bedeni. Hava denizi değil midir dağların, ovaların? Yüzebilirsin öyleyse. Derken uyanıyor rüyasından, ağzındaki tozlu tat ile beraber. *** Bir hanım uyanıyor uykusundan, ayak bileklerini kaşıyarak çıkıyor yatağından. Sabahın tatlı soğuğu mu, titreyen uykulu bedeni mi yoksa üzerine giyeceği ince uzun hırka mı daha narin karar verecek kimsecikler yok evde. Gözü komodinin üzerinde duran saate takılıyor, biraz erken uyanmış bugün. Sabahtan çaldığı zamana mı sevinmeli yoksa akşamından kaybettiğine mi yanmalı? Bu içinden çıkılması zor ikilemden başı ağrırken mutfağa yöneliyor, sonsuz zamanın başka hiçbir noktasında tekrar hatırlanmayacak kahvaltısını etmek için. Sabah sporunu duşta irkilip, hafifçe sekerek yapıyor. Saçını düzeltip, hızlıca giyiniyor ve evinden ayrılıyor. Yoğun bir günün akşamına terk edilmiş pazar yeri gibidir sabahleyin Alsancak sokakları. Alıcılar için süslenmiş o ışıl ışıl cambazdan eser yoktur, bu yüzden tanımak için makyajını silmesini beklemelisiniz. Bu haliyle seven de olmamıştır şimdiye kadar. İş yeri olan bomboş mekana giriyor, içinde her sabah alıştığı sıkıntısıyle birlikte. Masalar ters çevrilmiş ve birbirinin üzerinde yatmış, kalmış. Sandalyeler bir alanda toplanmış, dağınık ve kalabalık. Önceki sabah özenle temizlenmiş, önceki akşam hoyratça kirlenmiş, kullanılmış ve bir çöp gibi atılıp bırakılmış bu mekanı yeniden temizlemek gerek. Köhne bir barakada içilen ile, narin ve şık duvarlar içinde içilen şarap aynı üzümün suyundan mı yapılmadır? Müşteriye bu soruyu sordurursanız öyledir maalesef. Süpürgenin bulunduğu küçük ve gizli bölmeye doğru yürürken "Günaydın" sesi ile irkiliyor. "Erkencisin?" diye sorması gerekiyor bu durumda, iş arkadaşına. "Akşam erken ayrılacağım, o yüzden bugün erken geleyim dedim. Belki daha rahat izin alırım" diyor adamcağız. Her zaman dik duran bir insan bu. Sanki sırtında bir yük varmış da, onu taşıyabilmek için denge kurmaya çabalıyormuş gibi. İşte bazısı hayatın yükünü bükük omuzlar ile taşır, bazısı geriverir göğsünü. Bakmasını bilene başkasından apaçık yansır hayat. Beraber temizliyorlar mekanı. Kendiliğinden ve sessiz çalışıyorlar. Dört kolla iş daha kısa sürüyor haliyle. Bu oyuncakları bir çocuk gibi kurmuştur hayat zaman içerisinde, adına deneyim denir. Yine de havaya fazladan bir sessizlik çökmüş, bunu nasıl açıklamak gerekir? Böyle erkekler ve böyle kadınlar çekinirler birbirlerinden. Erkek bir avcıdır ki tuzağa çekmeye çalışır avını. Kadın da bir av olduğundan yakalanmaması gerekmekte. Ama ne adam avcı, ne kadın av ise ne olur o zaman? Adam çekinir elbet. Ürkek ve narindir çünkü hanımlar, dokunursan kaçar. Kadın da çekinir doğal olarak, av olmayı kendine yakıştıramadığından. İşte ne av ne de avcı olan bu iki insan sessizliğin altında çalışır yıllarca, birbirini tanımadan. "Sen bu çöpü nasıl çıkarıyorsun her sabah, çok ağır değil mi bu?" "Ben çıkarmıyorum ki, başkaları gelince onlar çıkarıyorlar" Adamcağız kocaman kovayı kalçasından güç alarak kaldırıp beceriksizce ilerlemeye çalışıyor. Bunu gören hanım da "Dur beraber götürelim" diyor, kahramanlık etmek isteyen birini gördüğünde duyduğu irkilmeyi yaşayarak. "Yalnız ta sahile çıkarmak gerekecek, sen kal mekana bak istersen" "Kilitler öyle çıkarız canım ne olacak?" Öyle de oluyor. Ortalarında çöp kovası ile beraber yürüyorlar boş sokaklarda. Sahile açılan kısacık sokağa döner dönmez rüzgar karşılıyor onları. Çimenler başlamadan önce gelen taşlık caddenin kıyısındaki çöp kovasına yükü boşaltıp, ağrıyan kollarını germek için bir süre duruyorlar. "İşi erken bitirdik nasılsa ya, ben biraz oturacağım şurada. Sonra başımızı kaldıracak zaman kalmıyor" diyor adam. Denizin kokusuyla manzara tarafından baştan çıkarılan hanımın da geri dönmeye niyeti yok açıkçası, böylece bir banka atıyorlar kendilerini. Adam martıları izliyor, hanım denizi. Adam vapurları seyre dalıyor, hanım simitçileri. Sonunda bu sessizlik ağır gelince, konuşacak gibi oluyor. Yüzünü adamdan yana dönünce adamın dalıp gittiğini görüveriyor. "Nereye bakıyorsun öyle?" "Şu gençlere bakıyorum" Hanım da bakıyor haliyle. Bir kaç genç çimenlere oturmuş sohbet etmekte. Sıra dışı bir şey yok ki bunda? "Ne var ki bunda?" "Keman" Tekrar bakınca hanım, çimende yatmış duran siyah bir kutucuk göruyor. Şeklen içinde keman olduğu da anlaşılıyor elbet. "Çalıyor musun keman?" "Çalardım" "Nasıl yani, artık çalmıyor musun?" "Kemanım memlekette kaldı" Hanım sokağa ilk döndüğünde rüzgar ile beraber bir özlem hissetmişti. Denizin kokusunu aldığında da, binaların çeperlerinden gökyüzünün enginliğine vardığında da, martıları ve çimenleri gördüğünde de aynı özlemi duydu. Ama bu adamın kemana bakan yüzündeki özlem başka bir şeydi işte. Yerinden kalkıyor hiçbir şey söylemeden. Gençlere doğru gidip, adamcağızın duyamadığı bir şeyler konuşuyor ve elinde keman ile beraber geri dönüyor sonra. Bu sanki çok doğal ve kesin yapılması gereken bir şeymiş gibi olup bitiveriyor. Adam da aynı doğallıkla açıyor kutuyu, eksik bir uzvuna kavuşur gibi koyuveriyor başını çeneğile. Yayın telleri titretmesinden ibarettir her şey. Ama bedenden yaya, yaydan kemana bir şeyler akar sanki. Bu akan şey kelimeler ile ifade edilemez, insanın duruşundan, gözlerinden, kaşlarından çıkamaz dışarıya. Nedir bu? Bir özlemi anlatıyordu keman. Belki memleket? Ya da şu gençler gibi özgürce oturabilmek çimenlerde? Günde otuz beş demir yuvarlak için, bir üzüm suyunu değerinden yukarıda kakalayabilmek için verilmiş gençlik parçaları? Ya da kokusu, anısı başka bir hanımın? Kim bilir? Kapalı gözlerle dalıp gidiveriyorlar. Az önce iki dünya vardı Alsancak sahilinde. Birinde gökte süzülürken doğaya karışıp giden martılar. Diğerinde yaklaşan işin altında ezilen iki insan. İşte şimdi tek bir dünyada tek bir tuval doğa. Duyularını açan insancıklar sürülüp gidiyor ona. Teller son kez titreşirken açıyorlar gözlerini, "Babamdan bir keman kalmıştı bana, onu kurcalayarak öğrendim. Biraz paslanmışım tabi" diyor adam. "Keşke bana da babam keman bıraksaymış" "Keşke herkes çocuğuna keman bırakabilse" Ve işte böylece tanışmış oluyor, bunca zamanlık yabancılar. Önceki gecenin aksine o gece adam deliksiz, rüyasız bir uyku çekiyor üstelik. Yaşadı çünkü bugün, anladınız mı? Zaten yaşadı bugün.
    #400080 anoktainoktagnokta | 04/02/2015 00:07
     
  2. tümünü gör
iv>