@20'ye bir şuku da benden olsun.
ahaha evet @18 aynen onun gibi.
@16 kendinle mi konuşuyorsun agacım? monolog zor zanaat.
@11 üzülme kardeşim. kendini kötü hissetme. bana haksızlık ettiğini düşünme. ben asıl her buraya yazı azışımda kendime haksızlık ettiğimi düşünüyorum, her entari girişimde, takdir edersiniz ki uzun da giriyorum girdim mi, suçluluk yaşıyorum. zamanımı çöplüğe atmışım hissine kapılıyorum. buna rağmen devam ediyorum. çünkü bir şeylere yönelmeli aklım ve zihnim ve hüznüm yok olmasa da eksilmeli biraz... uzun yazışım da bundan. böylesi daha fazla dikkatimi gerektiriyor ve hüzünlenmek bilinçle yapılabilen bir işlem. eğer zihnimin çoğunu entariyi uzatıp uzatıp lafın suyunu çıkarmaya uğraşırsam bu gerçekten uğraş gerektiriyor ve zihnimin çok daha az bir kısmı hüzünlenmeye kalıyor. öte yandan zamanımı boşa harcıyorum. o entarilere harcadığım vakitte sayfalarca kitap okuyabilirdim.
kendimi kötü hissediyorum, kendime haksızlık ediyorum zamanımı kitap okumayıp entari girmeye harcayarak.
hüzünleniyorum...
yok lan. yok öyle bişi. tolkien üstadın üçlemesini büyük bir dikkatle okudum, kütüphanemden bana az önce göz kırptılar. o kitaplarda öyle bir şey yok. aldığım notlarda buna dikkat çekecek bir şey yok, hafızam kitaplara gelince fena değildir. ama yok yok orada da yok. çok mu üçüncül bir karakterdi @10?
edit: hmm tamam smeagolmüş evet. pardon panpa yok yere üstelemişim. o değilde konu boyut değiştirdi. tartışmaya devam edilsin.
@8; @6 beni smeagol'a mı benzetmiş yani? ahahaha, kitaplarımla olan ilişkim onun yüzükle olan ilişkisine benzetilebilir belki ahahaha...
insanlar neden smeagol yazmaz onu bilemiyorum. bence yazar başka bir şey anlatmaya çalışıyor.
@6 simego nedir lan? bilmediğim şeyler söyleyip gece gece hüznümü ikiye katlamayın.
iki ney sesi duyarım umuduyla açtım, şarkının neyle uzaktan yakından alakası yokmuş. tüh be, hüzün bastırdı yine.
@2 ahahaha
allah sonunu benzetmesin.
pek sevdiğim şiirdir kendileri beni her daim hüzünlendirir... hoş bunu yapmak pek zor değil ya...
adam ağır hüzünlü sayın ayılar. üstelik kendinden üçüncü tekil şahıs şeklinde bahsedebilecek noktaya gelecek kadar tahtasını eksiltmiş. ne yapsak bu yazara? seri eksilesek dikkat çekecek, birileri okuyor beni zannedecek buralara gelme motivasyonunu tatmin etmiş olacak, seri artılasak kendini bir
sanacak, oylamasak ölü taklidi yapsak? ayıyız lan biz, asıl o ölü taklidi yapsın diye düşünebilirsiniz ama bu tek şansımız olabilir. yokmuş gibi davranalım mı sayın ayılar, sevgili kutup ayıları?
sanki yazdıklarını hiç görmüyormuşuz gibi yapalım. zamanla sıkılsın canı. öte yandan ya işi inada bindirirse diye kokruyorum. hani inatçı bir yazar gibi, normal bir adam olsa o kadar uzun uzun entariler yazmazdı, ha bir de zaten baştan kaybetmiş, ağır hüzünlü herif. bütün gün de kitap tozu soluyor, soluya soluya kitapları beyni ufalmış belli.
bak sen şu yazara yaa... mutlaka bir şey yapılmalı, bir önlem alınmalı buna. cidden rahatsız oluyoruz yani.
ya da yönetime söylesek de bir yolunu uydursa denk getirse de
seler de ölse mi? bir daha görmesek bu herifi. belki radikal bir çözüm ama güvenilir.
@3 nasıl da hüzünlendirdin beni bilemezsin. hani derin bir vadi düşün, onun içinden de akan bir ırmak. işte benim hüznümü de bu ırmak bil. şu an o ırmak taştı...
saol kardeş. işte ben bunu seviyorum...
zamanında esen onat'ın bir kitabını okumuştum, mimarlığa epey merak sardığım bir zamandı. sürekli yapılar tasarlardım zihnimde hatta amatör bir program indirip hiçbir teknik bilgiye dayanmaya aptalca bir sürü geçersiz çizim yapmıştım. binalar zevk veriyordu bana. çocuken de hep jengalar ve küplerden binalar yapardım. saatlerce ama saatlerce binalar yapar, onları yıkmadan günlerce odamda muhafaza ederdim. misafir falan gelecek olduğunda odamı toplarlardı haliyle ve ben eve döndüğümde odamın binalarımdan arındırılmış ferahlığında inanılmaz hüzünlenirdim. belki de böyle başladı hüzünlenmelerim...
mimar olmayı istemekteydim bir zamanlar ama sonra hüznüm vazgeçirdi beni bu yola sapmaktan ve o yol ayrımında mimarlığa sırtımı döndüğümden beridir ki içimde apayrı bir hüzün ırmağı tamamen bu nedene bağlı olarak akmakta...
elimde iki kitap; birisi tatar çölü diğeri kazanan yalnızdır. kazanan yalnızdır'ı henüz bitirmişim kütüphanenin okuma salonunda, o biterse diye yanıma aldığım ikinci kitaba da başlamış durumdayım. lakin canım çok sıkkın artık açık havaya çıkmalıyım. üç buçuk saattir aynı koltukta oturmaktayım sadece iki sigara içtim sabahtan beri. açık havaya çıkmalıyım. milli kütüphanenin karşısındaki park bu öğle saatlerinde sakin olur, ağaçların gölgeleri ferahlık verir yüreğime ve sigara da içebilirim kitap okurken böylece.
hızlıca çıkıyorum altınay sernikli okuma salonu'ndan. yanıma alacak çok şeyim yok zaten. bir kalem, iki kitap. kalemi kitaplardan birinin kapağına geçiriyorum. turnikelerden hızlıca çıkmış olmalıyım ki epey bir ses çıktı... sigara paketime gidiyor elim, kapıya varmadan çıkarıyorum sigara ve çakmağımı, dışarıya attığım ilk adımda da yakıoyrum sigaramı.
gök mavi, bulutlar beyaz, gönlüm ise hüzün karası. arnavut kaldırımlı yolunu iniyorum kütüphanenin, yola çıkıyorum. kaldırımda güneş acımasızlaştı iyice. yaktıkça yakıyor tenimi. sıcak, hem de çok. ama tek ihtiyacım bir banka oturup düşünmek, bir de temiz hava solumamak, üst üste sigaralar yakmak... belki zihnim durulursa kitap da okurum.
kazanan yalnızdır, henüz bitirdiğim kitap. elime yük oluyor. nasıl olsa okudum onu, bir duvar kenarına koyuyorum. işime yaramayacak artık. isteyen alsın okusun. kimse almazsa da umurumda değil açıkçası. güzel kitaptı, sonu da enteresandı. normal bir günde bunu asla yapmazdım. bir kitapçı kitaplarını ömrünün sonuna kadar saklar, düzenli bir kütüphanesi olur. normal bir günde olsaydık eve döner ve kitaplığımdaki yerine özenle yerleştirirdim kitabı, sonra da listeye kaydeder, kitap hakkında düşmem gereken notları düşerdim.
ne yazık ki normal bir günde değildik. gerçi her zamanki gibi hüzünlüydüm. ama çok daha fazlası vardı içimde ve çevremde. normal bir günde olsaydık hüznüme garip bir neşe eşlik ederdi. yüzlerce kitaptan sonra hala eksiksiz duyduğum o kitap sonrası öforiyi yaşardım. zafer kazanmış edasıyla kitap üstünde düşünürdüm, vurucu sondan etkilenirdim, hoş ve kıvamlı bir coşku yaşardım.
hayır normal bir günde değildik.
parka geldim. park sessiz ve ıssız... güvenlik görevlisi, ben, ve bir başka sigara bağımlısı. belli, o da benim gibi üst üste yakacak sigaralarını. nasıl da hırsla içiyor sigarayı. yüzüne bakıyorum. bu adam sigarayı sevmiyor, zaten kim gerçekten sevdiğini öne sürebilir ki... bu adam sigarayı sevmiyor ve şu noktada benimle benzeşiyor; sigarayı sevdiği için değil hayatı sevmediği için sigara içiyor. nasıl da buruşturuyor suratını... sigarası sona yaklaştı.
birkaç bank ötesine oturuyorum. kitaplarımı hemen yanıma koydum. oturur oturmaz bir sigara daha yakıyorum. çakmak biraz tökezledi. beş altı kere denemek zorunda kaldım ama sigara yandı ve bu açıdan mutluyum. öteki bankatki adam sigarasının dumanları arasında bambaşka bir diyara gitmiş belli... ama kim bilir neresi, kim bilir ne kadar uzaklıkta buralara.
bir başkası geliyor şimdi. şık bir takım elbiseli. takım elbisesi... nasıl söylemeli... fazla kaliteli bu banklar için. o takımın parası parktaki demirbaşların toplam ederinden daha fazla olabilir belki... bir poşet çıkartıyor takım elbiseli. ayran çıkarttı, ve bir kutu. kutunun içinde börek. ilgimi çekiyor adam. takım elbiseli için şaşırtıcı bir öğle yemeği. uzaklara bakarak ayranı dikkatlice açıyor adam, ve böreği peçeteyle tutup yemeye başlıyor.
bir rüzgar esti ve önümdeki ağaç (pespembe bir cemile) sallandı olduğu yerde. gidebilse gitmeyi yeğlerdi rüzgarın götürdüğü yere. sıkılmış olmalı hep aynı yerde çiçek açmaktan. çiçekler dökülüverdiler yere ama cemile yerli yerinde.
bir başka sigara... yine zorlandı çakmağım sigaramı yakmakta... ama başardı sonunda. kitabıma dönmeye karar veriyorum, parkı ardımda bırakıp. çünkü saat ilerliyor ve o kitabı yarılamazsam gün sonunda suçlu hissedeceğim kendimi, zamanımı çöpe atmışım gibi. ayrıca zihnimin de artık susması gerekiyor. sevdiğimi düşünmeye başladım ki bu işlerin iyiye gitmeyeceğine ve hüznümün katlanacağına işaret etmekte. iç geçiriyorum, ve kitabımı açıyorum. zihnimin sesleri kesildi, tatar çölünün kıyısındaki kaleye gidiyorum ve teğmeni oynuyorum. merakla çöle bakıyor teğmen ve çölün ardındakileri merak ediyor.
kısa hikaye yazayım dedim olmadı. yok olmuyor, şiir de beni kurtarmadı. uzun entari dahi giremedim. ve bu, hüznümü daha da arttırdı.
beni hüzne buluyor insanların sıkıcılıklıkla birbirlerini suçlaması. bu ne kadar da anlayışsız bir tavır. ne kadar kötü bir itham. bir insan, yeterince duyarlı ve açık bir zihin için ne kadar sıkıcı olabilir ki. her insan derununa inildiğinde grift noktalar barındırır. belki neşe saçmaz ama ince desenler yatar ruhunda ve zihninde, ilgi çekici pek çok şey yatar teninin altında, batınen.
birbirlerine hüzün telkin eden bir grup insanın öyküsü. bu sefer brezilya'dan değil dünyanın en hüzünlü diyarı olan kitapçıgilleristan'dan gelen bir yapım. hüzün dolu. buna bayılacaksınız. başkalarının hüzünleri, evt ağlatabilir sizleri ama içten içe mutlu olursunuz bunca hüznü taşıyan kişi olmadığınıza ve sevinirsiniz başkalarının şanssızlığına bazen ve hatta çoğunlukla bilinçli bir düzeyde farkında olmasanız da... işte bu yeni dizi tam da bu iş için. hüzün rüzgarı... pek yakında.
"yani sen şimdi bana maria'nın ne kadar da kötü bir şekilde terk edildiğini ve bunun barındırdığı inanılmaz hüzünden mi bahsediyorsun?"
"evet john, evet. ağla, göz yaşların kuruyuncaya kadar ağla. o hüzün ve onun ötesindekiler... yüce tanrım... ahahahahhh maria nasıl da hüzne bulandı kanın."
"kan mı? yani şimdi sen bana maria'nın öldüğünü mü söylüyorsun?"
"evet john, evet."
yukarıda bir kesitini gördüğünüz üzere, dizinin senaristleri diyalogları asla hüzünlü bir noktayı izleyicinin kaçıramaması ilkesi üzerine bina etmişler. kafanız ne kadar meşgul olursa olsun, ne kadar göz ucuyla seyrediyor olursanız olun, zeka seviyeniz ve algılama kapasiteniz önemli değil, her hüzün kırıntısını yüreğinizde hissedeceksiniz.
bir yel eser, kimi zaman
bilmezler kim yiter
bir hüzün üstlenir kimi canlar
bilmezleer, kim yiter
bilmezleer, kim yiter...
ben yiteriiim ben...
iş bu entryde yeni türkü'nün dalgacı mahmut isimli eserinden esinlenilmiştir muhtemelen.
belirtmeye gerek yok bunu. ben hüzünlüyüm. doğal bir şey bu. suyun çukurluklara akması gibi bir olay bu. hüzünlüyüm.
@3 metafor arenasında girilen onca rounddan sonra kaybettiğim onca diş ve kan... bıraktım saymayı...
ühühühühühü hüzün... neden bazı insanlar bazı insanları sevmiyor? neden troller bu kadar dışlanıyor? onlar bir avuç yardıma muhtaç yaratık. tek bekledikleri boyunlarının okşanması, biraz sohbet muhabbet, biraz sevgi, biraz su... ama bu onlara çok görülüyor. nasıl da hüzünlere gark oldum bilemezsiniz şu anda. troller... kimse trolleri sevmiyor, kimsenin yüreğinde yer yok onlar için ve onlar gecenin karanlık ıssızlığında abidik gubidik entryler girmek durumunda. yapayalnızlar, sevgiye aç ve muhtaç zavallı, sefil bir yaşam biçiminin parçası olarak umutsuzluklarında sürünüyorlar. onlar da istemezlerdi troll olmayı. bir seçim şansları olabilseydi eğer... trolleri toplum yaratır ve sonra yine toplum nefret eder onlardan. kendi yarattığından nefret eden acımasız bir tanrı şu toplum... çok yazık, çok... insanlar gerçekleri görebilseydi keşke. ve benim bu kadar hüzünlenmeme gerek kalmazdı o zaman.
hüzünsüz yaşanmıyor rüyalarda bile diye bitirecektim. bunu unutmak yine hüzünlendirdi beni. işte bunlar hep hüzün karşim. zıtlar yaşatır birbirlerini, böyle gelmiş böyle gidecek karşim.
mut... hmm, ama kolay değil mutlanmak. nereden mutlanılır ve nerede nasıl sürdürülür bu mut, umut var mıdır? mut ağaçta yetişebilir mi, para ile mut alınabilir mi? mut ölçüm birimi nedir? kaç kilo mut yeterdir?
şu dünyayı ayakta tutan şeylerden biri. hüzün var neyse ki, hüzünsüz yaşanmıyor. masmavi gök ve pırıl pırıl çiçekler, ışıltılı güneş ve güzel yaz yağmuru neşelendirebilseydi bütün insanları ardından gelecek bir hüzün olmadan, dünya dayanamazdı buna 10 dakika dahi. hüzün yaşatıyor insanı, kavgada rakibini yere seren ama kavgayı uzatmak için rakibine el uzatıp onu kaldıran, sonra yine yumruk yumruğa dövüşüp yine rakibini yere seren bir adam gibi dünya. öldürmek istemiyor şimdilik, yalnızca dövüş uzasın istiyor. dövüşemeyecek kadar yıkılınıldığında yardım ediyor, yaralarını temizliyor, sarıyor ama yeterince güçlendiğini düşündüğün anda, hem de kavgayı da bırakmak istediğin mutlu mutlu geçinip sonsuza kadar gidebileceğini düşündüğün bir anda senin için hayırlı olanın bu olmadığını bilen dünya bir hüzün vesilesi bir yumruk saldırıyor yine. yine düşüyorsun yere. yine... ve yine anlıyorsun ki; hüzünsüz yaşanmıyor... ah bee...
sıkkın ve hüzünlü bir salı öğleden sonrası. ben ve kitaplarım dertle günü soluyoruz. hüzün var kalbimizde, üzüntü var, sıkışıklık var ama bir şey eksik.